Patronlar, aslında biz İK’cıları günahları kadar sevmezler.
Neden sevsinler ki… Ben olsam ben de sevmem.
Bir defa patronluk demek ağalık demek. İstediğini yapabilmek demek. ‘Altın kimdeyse kuralı o koyar’ ilkesi gereğince istediği her şeyin emir olarak algılanmasını ister.
Çalışanlar ise, onun ekmek verdiği, minnet duyması gereken kullardır.
Yöneticiler mi? Emirleri motomot uygulayan emir erleridir.
Patron dediğin adam ağa adamdır. Ağalık ise dilediğini işe almakla olur.
Adamcağız, bu hakkını kullanacak olsa biz İK’cılar hemen karşısına dikiliriz. İş analizinden, kadro planlamadan, psikoteknik testlerden, yetkinliklerden bahseder, türlü çeşitli zorluklar çıkarırız.
Kafasına yatmayan, örneğin saç şeklini beğenmediği bir yeni yetmeyi işten çıkarmak ister, bu kez iş yasasından, geçerli nedenden, iş güvencesinden, disiplin yönetmeliğinden dem vurup yine yorgunu yokuşa süreriz.
Para adamın değil mi, birilerini kayırmak, cebine ekstra zam koymak ister, bu sefer de performans kriterlerine, iş değerlendirmesine dair nutuklar çekeriz.
Adam artık iyiden iyiye sinirlenmeye başlamıştır. Bizim yüzümüzden gönlünce zam yapamadığı gözdesini hiç değilse terfi ettirmek ister. Yine karşısına dikilir ‘Ama patron…’ deriz, ‘Organizasyonel yedekleme, kariyer planlama’ gibi sözcükleri geveleriz.
Sonunda adamcağız ‘Yettiysen yettin ulan…’ deyip bizi kapının önüne koyar, yerimize de öyle performansmış, kariyermiş, yetkinlikmiş, iş analiziymiş uğraşmayacak; oturup adam gibi bordro yapıp servis-yemek ayarlayacak birilerini işe alır. Üstelik bizim maliyetimizin yarısına…
Hem zaten, dilediği adamı işe alamayacaksa, dilediğine dilediği kadar ücret ödeyemeyecekse, dilediğini terfi ettiremeyecek, dilediğini kovamayacaksa patron olmanın ne anlamı var değil mi?
Dedim ya, patronlar biz İK’cıları pek sevmez. Sevmemek için de epeyce haklı nedenleri var. Siz olsanız sever miydiniz?